Çoğumuz gereğinden fazla yeriz. Bunun nedeni açlıktan çok
alışkanlıktan yemek yememiz. Çocukluğumuzdan başlayarak, kendimizi nasıl
hissettiğimizden bağımsız bir şekilde günde üç öğün yemek zorunda olduğumuz
inancı ediniriz. Vücudumuz, yediğimiz aşırı miktardaki besini sindirmek,
işlemek ve özümsemek için perişan olur. Hayvansal proteinler çok miktarda asit
üretmesine yol açar. Kalsiyumla birleşen bu asitler çözülesi imkansız, kristal
yapıda zehirli bileşikler oluşturur. Bu bileşikler, vücudumuz tarafından
atılamadığı için eklemlerimizde birikmeye başlar. Uzun yıllar alan yavaş bir
süreçtir bu. Çoğu insan eklem rahatsızlıkları hissedinceye kadar bunun farkına
bile varmaz. Doğa, eklemlerimizi esneklik sağlayan bir tür kayganlaştırıcı
madde ile donatmıştr. Bu kayganlaştırıcı maddenin miktarı yaşımız ilerledikçe
kendi kendine azalmaz. Çözülemeyen bileşikler eklemlerde biriktikçe
kayganlaştırıcı maddeyi dışarı atar. Eklemlerimize adeta çimento döker.
Duyduğumuz ağrının, çektiğimiz hareket güçlülüğün ve esnekliğimizi yitirmemizin
nedeni budur.
Bu “saldrı”nın ilk hedefi bacaklarımızdır. Bacaklarımız,
vücudumuzun diğer bölümlerine kıyasla en çok sayıda kemiğe sahiptir.
Ayaklarımızın her birinde 26’şar tane kemik bulunur. Zehirli bileşikler
ayaklarımızdan yukarı doğru hareket eder ve dizlerimizde ağrılara neden olur.
Sonrasında daha da yukarılara çıkarak bel eklemlerinde ağrılara yol açar.
Yıllar geçtikçe, tuz kristalleri omurgamız boyunca daha da yukarılara çıkar.
Boynumuza, omuzlarımıza, dirseklerimize ve ellerimize ulaşır. Sabah
uyandığımızda bütün eklemlerimizin ağırdığından yakınırız. Boynumuzu çevirirken
kütür kütür sesler duyarız. Bazı insanlar ellerini yumruk yapamaz hale gelir.
Bütün bu olanlar için yaşlılığı suçlamak eğilimindeyizdir.
Fakat gençlere bakarsak, aslında onların da benzeri eklem sorunları
yaşadıklarını görebiliriz. Çocuklar açık havada oyun oynayarak yeterince vakit
geçiririz. Bilgisayarların karşısında gereğinden fazla zaman harcarlar.
Kemiklerini ve eklemlerini sağlıklı tutmalarına yetecek kadar fiziksel egzersiz
yapmazlar. Ne kadar az hareket edersek osteoporoza yakalanma riskimiz de o
kadar artar.
Tedavi edilenler de dahil olmak üzere, hastalar üzerinde
yapılan gözlemlerle belirlenen ve osteoporoz riskinin artmasına neden olan
etmenler şunlardır.
1-D ve C vitamin eksikliği;
2-Pişirilmiş veya ısıtma işlemine tabi tutulmuş yiyecekler
bakımından zengin beslenme rejimi;
3-Genellikle kaynatılmış su tüketilmesi;
4-Beslenme rejiminin yeterince sebze- meyve veya sebze-
meyve suların içermemesi;
5-Meyve ve sebzelerin kabuklarının soyularak yenmesi;
6-Aşırı uzun süre pişirmek ya da kızartmak gibi sağlıksız
yöntemlerle hazırlanmış yemekler;
7-Aşırı yemek;
8-Sigara alışkanlığı;
9-Hareketsizlik;
10-Fazla süt tüketimi;
11-Ekmek ve undan yapılan gıdaların aşırı tüketilmesi;
12- Tatlı ve şekerli gıdaların fazla tüketilmesi;
13-Hayvansal yağların aşırı tüketilesi;
14-Fazla miktarda yapay vitamin alınması;
15-Çözülemeyen, yani organik olmayan kalsiyum içeren rafine
gıdalar. Önpişirme işleminden geçmiş tahıllar, makarnalar, hazır çorbalar vb.
Dürüstçe bir değerlendirmenin ardından çoğu kişi saydığımız
bu maddelerin her birini işaretleyecektir. Bu da osteoporoz hastalığına
yakalanma risklerinin epey yüksek olduğu anlamına gelecektir.
Özetlemek gerekirse, osteoporozun başımıza gelmesine
sağlıksız yaşam tarzımız yüzünden kendimiz neden oluruz. Ayrıca bunu
çocuklarımıza da aktarırız. Sorun genlerimizde değil, osteoporoza ve diğer “uygarlık
hastalıkları”na davetiye çıkaran alışkanlıklarımızdadır.
Osteoporoza karşı
etkili bir şekilde savaşabilek için bol miktarda sebze ve meyve yemeli ya da
taze sebze- meyve suyu içmeliyiz. En yararlı sebze ve meyveler en yüksek
kalsiyum, D vitamini, C vitamini, fosfor, potasyum ve magnezyum içeriğine sahip
olanlardır.
Bu besinleri öğrenmek için bir sonraki yazıya göz
atabilirsiniz.
Kaynak: “İyileşmeyecek
Hastalık Yoktur”- Prof. Mikhail TOMBAK